Sekiz Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Duygu Asena, Kadının Adı Yok diyeli tam otuz yıl oldu ama değişen bir şey yok çünkü pek çok kadının yine adı yok. Biz Türkiye kadınları acıları yalnız başımıza yaşıyoruz. Birlikte çalışıp üretmeyi başarsak da, toplumsal gruplar yaratmakta, güç birliği oluşturmakta yeteneksiziz. Birbirimizin yenilgisini izlemekten kurtulamadık. O yüzden Duygu Asena Kadının Adı Yok derken yalnız kaldı. Yazdıkları her ne kadar yaşama dair gerçekler olsa da onunla saf tutan, yazdıklarını savunan pek kimsesi olmadı. İlk kadın tiyatrocumuz Bedia Muvahhit’in yirminci yüzyılın başlarındaki yalnızlığı, ilk kadın hekimimiz Safiye Ali’nin yalnızlığı gibi.
Sanayi devrimiyle beraber endüstrileşme sürecine giren ülkelerde kadın ve çocuk işçilerin düşük ücretlerle ve insan gücünü aşan sürelerle çalışmaya başlaması, gündeme gelen grevler ve 8 Mart 1857 tarihinde yaşanan o korkunç olay. Evet, New York şehrinde, dokuma işçisi tam kırk bin kadın greve gider. Polis, işçilere saldırır ve işçiler fabrikaya kilitlenir. Ardından çıkan yangında, fabrika önüne kurulan barikatlardan kaçamayan 129 işçi can verir. Cenaze törenlerine 10.000 kişi katılır. 1921 yılından beri çeşitli platformlarda gündeme gelen bu elim olay, BM kararıyla 1977'den beri anılıyor olsa da dünyanın pek çok yerinde ve ülkemizde kadınlar hala haklarına kavuşmuş değil.
Sosyolojik açıdan aile, en önemli üretim alanı. Toplumsallaşma ve üreme merkezi. Çoğalmak ve üretmek üzerine yaşadığımızı düşününce insan ailenin önemini daha iyi kavrıyor. Aile deyince de ilk önce kadının önemini anlıyoruz. Kadın doğuracak, besleyecek, büyütecek ki yaşamsal düzen devam edebilsin. Bütün bu görevleri yapmasını beklediğiniz kadını özgürlükler alanında kısıtlarken, maddi yoksunlukluklar içinde ve manevi doygunluktan, yaşamsal hazlardan uzak tutarken nasıl eve bağlayacak, üretmeye ve çoğalmaya razı edeceksiniz? Bir bebek ölünceye kadar annesinin sırtındadır, isterse elli yaşında olsun. Zordur bir kadının yaşamı hele de aklında birazcık eğlenmek varsa. Gezmeyi, çalışmayı, aile dışında üretmeyi istiyorsa. Okumak, kariyer sahibi olmak istiyorsa. Bilim insanı veya sanatçı olmak istiyorsa. Düşün insanı olmak, biraz yalnız kalmak istiyorsa. Gezgin olmak, dünyayı görmek, yazmak istiyorsa. Mesleğinde ilerlemek isteyen kadının erkek egemen toplumda bazı basamakları ne kadar zor çıktığını anlamak için hayal gücümüzü zorlamaya hiç gerek yok. Bellidir kadının karşılaşacağı zorluklar çünkü karşısında egosunu sadece cinsel kimliği üzerinden yükselten erkek hegemonyası vardır. Kadının çalışması, özgürleşmesi, bireysel düşünmesi dengeleri bozar.
Böyle sorunlarla karşılaşmamak için en etkili yol toplumsal kurallar, örf ve adetler ve tabi ki dini öğretilerdir. Yasalar ve dini kurallar erkek yararına işler hep. En şanslı kız çocukları prenses masallarıyla büyür, dünyada krallık mı kaldı diye sormadan. Kimi erkek çocuk ararken doğurulan beşinci, yedinci kızdır. Adı Yeter’dir bazen. Bazen Sonay, bazen Döndü.
Eline tutuşturulan oyuncak bebekle alışır dünya düzenine; kulağında annesinin oğluna söylediği “Çakıcı” türküsü. Sokrates’in dediği gibi tüm bilgiler bizde doğuştan varsa ve biz kullanmaya başladıkça gündeme geliyorsa pek çok bilgi kız çocuğunun gündemine gelmeden heba olup gidecek. Yok eğer John Locke’un dediği gibi beynimiz “Tabula Rasa” yani boş bir levha ise zaten bazı bilgilerin eksikliğini hiç hissetmeyecek kadın. Kendine yazılan rolü oynayan bir kukla olmaktan ileri gidemeyecek.
Dini öğretilerle kadını kontrol etmek çok daha kolay. O daha küçücükken aklına sokacağınız ayıp ve günahlar, nefs kontrolü ve dizginlenebilir cinsel arzular, sabır ve şükür karşılığı vaad edilen cennet, erkeğe derin bir oh çektirmek için en ideal yöntem.
Haramdan kaçan kadının çalışma hayatında barınması zor. Sosyal yönden gelişememiş devlet, kadına, çocukları için kreş sağlayamaz. Özeller de o kadar pahalıdır ki kocası evde otur daha iyi der. Madem çalıştığın para bakıcıya, yola gidecek(?) Erkek çalıştığı iş yerinde terfiler alırken, ikramiyeler, tazminat hakkı kazanırken , iş tecrübesi çoğalıp daha donanımlı hale gelirken kadın olduğu yerde sayar, bir mesleği varsa bile alanında köreldikçe körelir.
Çoğu zaman Feminizm de olmasa kadını savunacak bir oluşum çıkmayacak diye düşünüyorum. Kapitalizm ve Liberalizm her ne kadar İslamcı - Muhafazakar görüş gibi kadını eve kapatmak derdinde olmasa da kadın, haklarını dile getirmekte, elde etmekte aciz kalıyor Kadının evdeki emeği görünmüyor. Oysa işe giden her erkeğin evinde, ona üretme gücü ve imkanı tanıyan bir kadın var. Hiç iş yapmıyormuş gibi görünen ev kadınları yıkadıkları çamaşır, yaptıkları ütü, büyüttükleri bebekler, dersini çalıştırdıkları çocuklar, pişirdikleri yemek ile erkeğin üzerindeki sorumluluğu alıp erkeği ertesi gün tekrar çalışacak, üretecek şekilde işe yolluyorlar. Kadın çekip gittiğinde ve erkek o işlerle baş basa kaldığında ancak anlıyor kadının evdeki rolünü.
Kadının bir de hasta rolü var, bilmem bilir misiniz? Talcott Parsons bu teşhisi tüm insanlar için koymuş ama ben ülkemizde daha çok kadınlarda olduğunu düşünüyorum. İstediği hayatın içinde olamayan, yetenekleri ile var olamayan, dengi bir erkekle yaşayamayan, ayrılma gücü, çalışma ortamı ya da hayalleri için savaşma gücü olmayan kadın bir süre sonra ya içine kapanır, ya alışveriş ile tatmin olmak ya titizlik temizlik hastası olmak durumunda kalır. Kaygıdan, sıradanlıktan bazen üstesinden gelemediği işlerden bunalır ve bedeninde teşhisi konamayan rahatsızlıklar başgösteririr ve bir süre sonra ne olur bilir misiniz; kadın gerçekten hasta olur. Bitmeyen mide, sırt, baş, diz, boyun ağrıları kadının bedenini ele geçirir.
Yaşam bir savaş alanı. Kadını korumak adına evde tutmak isteyenler de gücünün üzerinde kullanıp onu artniyetli bir şekilde devre dışı bırakmak isteyenler de, kadın kimliğini cinsel obje haline getirip sömürmek isteyenler de ülkelerine ve dünyaya kötülük ediyor. Kadının özgüven sahibi olmadığı, mutlu olmadığı bir yerde erkeğin mutlu olması imkansız. Erkek ve kadın eşitken güzel işler başarabilir. Ben bu konuda erkeklerden bir şeyler beklemeyi de yanlış buluyorum. Atatürk Cumhuriyet’i ( özellikle böyle söyledim) var oldukça ve bize verilen hakların henüz hepsini kaybetmeden uyanma zamanı. Erkek çocuklarını da yetiştiren biz değil miyiz? İstersek bir kaç kuşak sonra doğru noktaya varabiliriz. Bir kaç kuşak sonra dedim çünkü seyirci kaldığımız bazı eğitimlerin acısını yaşayacağımızı düşünüyorum. Küçüklüğümüzde doldurulan yanlış bilgileri ne kadar zamanda silebildik, düşününce daha iyi anlamıyor muyuz?
Kadın cinayetlerinde ortak bir ses olamıyorsak, şiddete dur diyemiyorsak, çalışan kadının sorunlarına kulak tıkıyorsak bilelim ki sıra bize geldiğinde yalnızca bizim sesimiz çıkacak, şansımız varsa o da.
Cesaret ve akıl kullanılmıyorsa, bir eylem planı yoksa neye yarar. Dünyayı kadınlar yönetse savaş olmaz. Anneler evlatlarının katil olmasını da şehit olmasını da istemez. Kadın gölge olmaktan kurtulduğunda can taşıdığının farkına varır. Sesiniz çok güzel hanımlar, konuşun lütfen ve çokça gülün. Koro halinde şarkı söylersek sesimiz dünyanın öbür ucundan da duyulur. Unutmayalım ki sesimiz duyulduğu, yazdığımız okunduğu, düşüncelerimiz yayıldığı kadar varız. Çoksak değil, birliksek güçlüyüz.
Reyhan Karagöz Çetin
FACEBOOK YORUMLAR