Tohumunu saçmadığım çiçekleri daha başka seviyorum. Hele de bahçemde çıkmışlarsa. Hele bir de dal budak yaymadan, yaprak filiz vermeden açıveriyorlarsa. Sarı, kırmızı, mor ya da pembe demiyorum. Günde beş vakit yanlarına varıyorum. Seviyorum, el yüz sürüyorum onlara. Dönüyorum etraflarında, defalarca ilan ı aşk ediyorum.
Yalnızları, mahzunu, ezilmişi, yok sayılanı koruma içgüdüsü mü yoksa empati duygusu mu bilmiyorum ki buna sebep.
Molozlar arasından başını uzatıp dalını onlarca çiçekle donatan Hatmi gülün güzelliği sizlere de manidar gelmiyor mu? Onun rüzgâra sitemini duymadım hiç. Büyüdüğü enkâzı çiçek bahçesine benzetmekten mutlu. Hatta bazen fazlaca gururlu, kibirli bulurum onu. Başı dik. Dalları yere eğilmez. Açtığı çiçekler hep göğe bakar. Yanıbaşındaki yıkık duvarı; köklerini örten irili ufaklı beton, taş parçalarını; kumu; kirece bulanmış toprağı unutturur bize. Kavak ağacı gibi uzayıp giden gövdesinine özenle dizdiği pembe, beyaz, fuşya ya da mor çiçeklerini hayranlıkla izleriz.
İsmini bilmediğim çiçekleri de başka türlü severim. Tarif edememenin, bir daha arayıp bulamamanın sıkıntısını görmezden gelirim. Hele bir de kumun üzerine yayılmışlarsa. Hele bir de minicik ama üzerleri çiçek doluysa. İnsan ayaklarının altına yayılan bu güzellikleri seyretmeye başlayınca, uzun süre başı yerden kalkmıyor. Nasıl bir özen, nasıl bir ihtimam o minicik çiçekler veren bitkinin yaratılışı. Hiç mi şaşmaz renklerin sırası. Hep aynı simetri hep aynı bükümle mi dizilir o taç yapraklar, çanak yapraklar! Nasıl bir mezur ölçüyor çapın merkezine iliştirilen tepeciği? Baştan savma tek bir çiçek bile yaratılmaz mı? Sapçık, başçık, yumurtalık, tohum taslağı, çiçek tablası, üreme organları hepsi yerli yerinde.
Her çiçekle kâinat adeta tekrar yaratılıyor ya da yaratılışa dair gizler bir çiçeğin dalları, yaprakları, tohumları arasına serpiştiriliyor. Bu yüzden olsa gerek insan bir çiçeğe bakarken doksan dokuz alemi görmüş gibi oluyor. Bazen kendini, bazen tanrıyı görmüş gibi oluyor.
Paganizmi anlıyorum. İnsanın doğan güneşte, parlayan ayda, yıldızlarda; esen rüzgârda, çağlayan nehirde, kendisini büyüleyen güzellikler veya gücünü aşan kudretli oluşumlarda, tanrıyı bulması ve ona yönelmesi ne kadar doğru bir yol. Ya kendindeki tanrının farkına varan ve "en el hak" diyerek canından olan Hallâc ı Mansûr?
Ezberleri bozanların akıbeti, altın başaklarla dolu tarlalardan sökülüp atılan gelinciklere benzemiş. Oysa ki gelinciğin sırrına eren ne onu sökebilirdi ne sararan başaklara tırpan vurabilirdi. Bilemiyoruz ki dengeyi sağlayan ne. Mansûr, can vererek sayısız cana, tanrının adresini verdi. Görebilene aşk olsun.
Dostun attığı gül yaprağından incinen Pir Sültan! Ah kalbim, yanarsam dost elinden yanarım diyen her can, bir kez de onun adını zikretmez mi? Bir gül yaprağıyla kurulmadı mı o sultan, bizim viran kalbimize?
Yunus sarı çiçekle boşa mı söyleşir.
"Sordum sarı çiçeğe
Sizde ölüm var mıdır
Çiçek eydur derviş baba
Ölümsüz yer var mıdır"
Bildiği hikmeti, çiçeğe de tekrarlatan Yunus, çiçekte kendini, kendinde çiçeği ve yine ikisinde de var olan Tanrıyı görmüş olmalı. İbadetin, aşkın, ölümün, sonsuzluğun, varlığın ve yaşamın gizleri; bize hayatı sevdiren sizsiniz.
Aklımızda sayısız soru ile göçüp giderken yine o cümleyi kuracağız. Her şeyi bilen Allah. Yine de yaşam boyu, yapboz ustaları ya da legolardan kentler kuleler inşa eden bir çocuk hevesiyle inşa edeceğiz gökdelenleri, köprüleri, tünelleri. Çocuklar ve yetişkinlerin oyunları hep aynı, yalnızca oyuncakları farklı. Bir de yetişkinlerin savaşlarında akan kan sahici. Ölen kalkamıyor yerinden, öldürenin eli, ölene kadar kan.
FACEBOOK YORUMLAR