Muharrem Dayanç

Muharrem Dayanç


Sait Faikçe

03 Nisan 2022 - 23:03

“Kasketinin kenarına sokulmuş karanfile baktığımı sandığı için, çiçeği bana verdi. Halbuki ben onun, ıslak saman rengindeki gözlerine, yüzünün aynı renkteki derisine bakmıştım.” (“Babamın İkinci Evi”, 1935)

“Odanın içini, köhnemiş bir meyve kokusu sarmıştı. Yerdeki Kocaeli kilimi, ıslak bir kırmızı renkle, gaz lambasının altında, acayip bir reçel gibi kaynıyordu.” (“Babamın İkinci Evi”, 1935)

“Badem gözleri şişkindi. Boynunda pire yeniklerini andıran benekler vardı.” (“Bohça”, 1935)

“Ama neden her zaman küçük, mütevazı köşeler aradım? Dostlarımı, en sevdiklerimi bu çarşı içlerinin kara çocuklarından seçtim.” (“Sarnıç”, 1937)

“Yine öyle zaman oldu ki, bir partiden insanlar, öteki taraftan olanları yağlı iplere geçirdiler. Her ikisine de acıdım. Vurulanla vurulduğum, ölenle öldüğüm günler oldu.” (“Sarnıç”, 1937)

“Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu… O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?” (“Sarnıç”, 1937)

“Yıldırım vurmuş gibi ağacın kütüğüne oturdum. Akşam ışığına karşı düşündüm. Tepemde bir ıhlamur ağacı tütüyor…” (“Hancının Karısı”, 1936)

“Davut’un güzel bir anası vardı. Yanakları her zaman koşmuş çocuklarınki gibiydi.” (“Davut’un Anası”, 1938)

“(Tren) sis içinde bir istasyonda bacasından kırmızı pas renginde bir duman fışkırtarak, tatlı seslerle sağa sola manevra yapıyordu.” (“Bekâr”, 1940)

“Otomobil durur durmaz yanımıza -dedemin sevmediği adamları tarifine benzer- yüzünün kalayı dökülmüş bakır yüzlü, kazma dişli bir adam elinden gelmediği kadar bir misafirlik ve zariflikle, hoş geldin etti.” (“Radyoaktiviteli Röportajlı Hikâye”, *?*)

“Bizi gezdiren otel müdürüne baktım. Serseme döndüm. Bu olur şey değil. Bu milyonlara bağlı şeyleri bu kırtıpil kılıklı adam mı yapmıştı?” (“Radyoaktiviteli Röportajlı Hikâye”, *?*)

“Ne güzel bir uykuydu bu, Yarabbi!... Rüyasız mı rüyasız!... (“Melâhat Heykeli”,*?*)

“Yıllar da durulmayan istasyonlardan geçer gibi geçiliyor be!” (“Rıza Milyon-er”, 1953)

“Beklemek arzusu veren bu kulübelerin kapılarında ihtiyar kadınlar, kadıncıklar, yulaf demeti saçlı sarışın çocuklar…” (“İnsanlar, Türküler, Masallar”, 1936)

Ne zamandır Adapazarlı yazarları okuyorum. Sıra Sait Faik’e geldi.

Çok da yabancısı olmadığım yazarı yeni bir göz ve yaklaşımla okumaya devam ettikçe Sait’in diline, üslubuna, bireysel/toplumsal eleştirilerine, muzipliklerine olan ilgim artmaya başladı.

Kafa yormayı gerektiren çetrefil konulardaki anlatım ustalığı, benzetmelerindeki sadelik ve doğallık, özgün dil sapmaları ve göndermeler, hayatın içinden (dağdan, ırmaktan, kuştan, kediden, köpekten, vadiden, çobandan, kahveciden, balıkçıdan vb.) aparılmış yaşanmışlık kokan deyimler, söyleyişler…

Bunların yanı sıra ve belki de en önemlisi, insanlık kokan, saflık kokan, merhamet kokan, masumiyet kokan, alçak gönüllülük kokan ama bugünden bakıldığında sanki yarım saat önce söylenmiş kadar canlı, taze, köhnelik emaresi göstermeyen tespitler, saptamalar, tenkitler…

İstedim ki okurken altını çizdiğim, şimdiye kadar fazla dikkat çekmemiş ifadeleri sizinle paylaşayım.

Sait’le ilgili söylediklerimi somut örneklerle görünür kılayım. Her okuyuşta bende ilk defa okuyormuşum hissi oluşturan bu dilsel parıltılardan sizler için küçük bir seçki sunayım.

Ne dersiniz?

“Giriş”te mümkün olduğunca bağlamları içinde vermeye çalıştığım bu örneklere (sözlere) biraz daha yakından bakıp onların içinde öne çıkan unsurları irdelemek isterim. Bu yorumlar biraz öznel ve zaman zaman abartılı olabilir, bunu da yazarın bende oluşturduğu coşkuya verin, ne olur!

“Kasketin kenarına sokulmuş karanfil”: Yazarın ifadesiyle “ufak, oya gibi bir köy çocuğu”nun evine misafir olarak gelen bir başka çocuğa kasketinin kenarına sıkıştırdığı karanfili vermesi okuyucuda görsellik bağlamında estetik bir coşku yaratacak kadar alışılmamış ve ince davranıştır. Bir çocuğun, kasketinin kenarına karanfil sokuşturması neye işaret eder? Böyle bir çocuk ruhunda/algısında çiçeğin ve özellikle karanfilin yeri nedir? Bu karanfil “yarin dudağından getirilmiş, bir katre âlev midir”, “yerçekimli mi yoksa gökçekimli midir?” bilemedim. “Kırmızı” mıdır, “pembe” midir, “beyaz” mıdır onu da bilemedim. “Cıgaram karanfil mi kokuyor?” onu da. Baktım olmuyor misafir çocuğun elinden karanfili alıyorum “derken karanfil elden ele”. Kulaklarınız çınlasın Ahmet Hâşim, Cemal Süreya, Ahmet Arif, Edip Cansever.

Padişahların ellerine alıp kokladıkları, ressamların renginden, tazeliğinden ilham aldıkları karanfilin divan edebiyatındaki serencamını inceleyen Yavuz Bayram (“Klasik Türk Şiirinde Duyguların Dili: Çiçekler”) renklerden yola çıkarak bu çiçeğin dilini çözmeyi deniyor. Bayram’a göre karanfilin kendisi “güzelsin/yakışıklısın/büyüleyicisin” demekmiş. Koyu kırmızı olunca “çaresiz gönül”, beyaz olunca bağlama göre “mesafe, uzaklık/”, “sevimli, nefis, hoş”, “ateşli, coşkulu aşk”, sadece kırmızı olunca “hayranlık, büyülenme”, “tutku, ihtiras”, pembe olunca da “hep aklımdasın (aşk)” anlamlarına gelirmiş.

“Islak saman rengindeki gözler”: Misafir çocuğu büyüleyen, ev sahibi çocukta ikinci bir çiçek gibi duran “ıslak saman rengindeki gözler”dir. “Saman sarısı”nı bilirim Nâzım’dan, ama bu “ıslak saman (sarısı)” nasıl bir renktir, nasıl bir imgedir bilemem. İlk defa duydum. Saman sarısı, toprağın, olgun başakların, bereketin, hatta Sakarya Nehri’nin rengidir de. Işıl ışıl parlayan bir gözdür belki de veya nemi hiç kurumayan, yaşı hiç dinmeyen göz.

“Islak bir kırmızı renk”: Kilim Anadolu insanının konuşan dili, düşünen yüreğidir. Canlı renklerden dokunur ki bunların başında kırmızı gelir. Renklerin, gaz lambası altında geçit resmi yapması, fitilin yandıkça şekil değiştirmesiyle ortaya çıkan görsel hareketlilik (şölen), odaya masalsı bir kırmızılık katar. Ortama (hayalî bir ocakta) kaynayan reçelin sıcaklığı, kokusu, rengi yayılır. İbaredeki benzetmeler, hayaller, çağrışımlar sadece canlı, renkli ve masalsı değil, yerlidir de.

“Odanın içini köhnemiş bir meyve kokusunun sarması”: Sadece koku değil boşa geçmiş yıllara da gönderme yapan, yıpranmışlığı, ihmal edilmişliği anlatan bir koku olmalı bu. Okuyanın içine sızı düşüren.

“Boynunda pire yeniklerini andıran benekler”: Bir insanın boynundaki beneklerin ve belki de çillerin çok da güzel durmadığını düşündürten, ama aynı zamanda fakirliğe de gönderme yapan bir benzetme olsa gerek. Bireyden topluma açılan sahici bir pencere gibi bu benzetme.

“Dostlarını, en sevdiklerini bu çarşı içlerinin kara çocuklarından seçmek”: Gel de Ece Ayhan’ı hatırlama. Türk edebiyatını/kültürünü/tarihini “sarışınlar”-“karaşınlar” diye ortadan ikiye ayıran, bu kavramlaştırmasıyla Türkçenin en çarpıcı göndermelerinden birini yapan Ece’nin, Sait’i sevdiğini biliyoruz. Ece, İkinci Yeni’nin, Fazıl Hüsnü’nün Çocuk ve Allah (1940) ile Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan (1954) adlı eserlerinden doğduğunu söyleyecek kadar sever Sait’i.1 Bu kadarla da bitmez, Sait Faik’i devrinin en büyük şairi olarak görür ve bu yazara şiir ödülü vermek gerektiğini hatırlatır dönemin edebiyat otoritelerine.

Ece’nin “sarışınlar”-“karaşınlar” kavramlaştırmasını Sait’ten esinlenerek yapmış olabileceğini düşünüyorum. Sait’in hikâyelerine dikkatle bakıldığında “kara/siyah/esmer” gibi kelimeler sadece bir renk ve niteleme unsuru değil, sınıfsal göndermeleri de olan bir yapıda kullanılmışlardır. Bilinçli bir tercih söz konusudur.

“Bir partiden insanların öteki taraftan olanları yağlı iplere geçirdiklerinde her ikisine de acımak”: Müthiş bir sosyal tespit ve siyasal eleştiri ile karşı karşıyayız bu sefer. İçinde hem tenkit hem tespit hem eleştiri barındıran. Altmış, yetmiş, seksen darbelerini görmüş ve yaşamış gibi konuşur Sait. Altmış darbesinden sonra Tanpınar gibi sağa sola savrulmadan ne keskin bir nişan almaktır bu. Ve en önemlisi ölene de acımak öldürene de. Birinin bedeni ölüyor, diğerinin vicdanı çünkü. Helal be hemşehrim.

“Yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar”: Toplumun bir kesimine kesime yöneltilen en sade en keskin eleştirilerden biri var burada, ilahiyatçıların üzerinde tez yazmalarına gidecek kadar da derin. Sadece bireysel ibadetlerini yapan (toplumsal sorunlarla pek ilgilenmeyen) ve kendi torunlarını seven (sorumluluktan mümkün olduğunca uzak) onun dışında yaşananlara kulak tıkayan bir yaşlılık hâli. Dini namaza, sevgiyi toruna indirgeyen. Diğer insanları, çocukları, çevreyi, varlıkları görmezden gelen. Sait tam olarak bunu mu demek istiyor bilmiyorum ama bu fotoğraf bana yabancı gelmiyor.

“Bir ıhlamur ağacının tütmesi”: “Tütmek” her şeyden önce canlılık alametidir. Bir şeylerin var olduğuna, nefes aldığına işaret eder. Kokusunu en sevdiğim ağaçtır ıhlamur. Adapazarı dağlarının süsü, koku deposu, ıtır kaynağı. Bahar başlangıcında ıhlamurlar çiçek açmaya görsün, burnunuza her cihetten ıhlamur kokuları gelir Geyve Boğazı’nda. (Turgut Uyar’a şiir yazdıracak kadar.) Kendinizden geçersiniz. Sadece insanlar değil, kuşlar da, çiçekler de, arılar da, sular da onunla büyür, onunla arınır. Yazarın dediği gibi topraktan, ağaçtan, daldan, çiçekten tüter ıhlamur kokusu ve içine siner tüm coğrafyanın. (Süleyman Çelebi’nin “Mis gibi kokusu canlarda tüter.” dizesi geliyor akla.)

“Yanakların her zaman koşmuş çocuklarınki gibi olması”: Ben bugüne kadar “al yanaklı” ifadesinin bu kadar doğal ve insanın içini ısıtan bir şekilde söylendiğine hiç tanık olmadım. Bu nasıl içtenliktir, canlılıktır, tazeliktir, bu nasıl masumiyettir ve bu nasıl bir benzetmedir. Kelimeleri kızartacak, pişirecek, olgunlaştıracak güzellikte hem de. Nefes nefese kalmış bir allık diyorum ben buna, gerisi size kalmış.

“Sis içinde bir istasyonda bacasından kırmızı pas renginde bir duman fışkırtarak sağa sola manevra yapan tren”: Çocukluğum tren yolunun kenarında geçti, köyümüzün ortasından her gün sağlı sollu onlarca tren. Bu yüzden tren sesi duymayayım yerimden hoplarım. Bütün bu aşinalığıma rağmen, özellikle kara trenlerin püskürttüğü dumana bir sıfat bulamamıştım bugüne kadar. Ta ki yolum Sait Faik’e düşene değin. “Kırmızı pas rengi” ifadesini okuyunca günlerce “eh be Sait, eh be Sait” diyerek iç geçirdim. Hayat ne acımasız ve aynı zamanda ne kadar güzel, Sait Faik gibi bir hemşehriniz varsa tabii.

“Yüzünün kalayı dökülmüş bakır yüzlü, kazma dişli bir adam”: Sait’in dedesi sevmediği adamlar için kullanırmış bu ifadeyi, dededen kalma söz yani. Bir söyleyiş bu kadar mı güzel ve imgesel olur. Başka türlü de söylenir bu ifade Anadolu’da “yüzünün rabbiyesiri silinmiş” derler. Güzelliği, doğallığı, merhameti gitmiş yüz olarak da düşünebilirsiniz, yüzdeki maskenin düşmesi olarak da. Sevimsiz ve güvenilmez demek sözün özü.

“Kırtıpil kılıklı adam”: Edebiyatla bağı olanlar bu ifadeyi “kırtıpil Hamdi”nin hatırına buraya aldığımı bilirler. Demek ki bu ifade daha çok giyim kuşam için kullanılırmış, Sait’in kullanımından ben bunu anladım.

(Nazlı Eray, yukarıda söylediklerimizi doğrular bir şekilde “kırtıpil” ibaresi için şunları söylüyor: “Ahmet Hamdi’ye ‘kırtıpil’ lakabını Nurullah Ataç takmış. Zavallı Tanpınar’ın gömlekleri ütüsüz, ayakkabıları tozlu ve üstündeki trençkotun yakası hafifçe kirlenmiş olabilir. Parasız. Yakınlarından borç isteyip duruyor. Yalnız adam.”)2

“Rüyasız mı rüyasız uyku”: Sait’in beni şaşırttığı ifadelerden biri de bu. Olumlu anlamda kullanır gibi yapıyor ama, sanki kastı başka. Boş ve gereksiz bir uyku der gibi. Sanatçılar için uykunun da ilham kaynağı, dayanak, sığınak olduğunu biliyoruz. “Uyku” ve “rüyasız” peş peşe kullanılıyorsa üzerinde kafa yormaya değer.

“Durulmayan istasyonlardan geçer gibi geçen yıllar”: Sait, hayatının ortasından tren geçen yazarlardan. Trende doğan, trende yaşayan, trende yazan; ömrü vapurlarda geçen Ahmet Mithat’ın trenli hali anlayacağınız. Bir trenin durduğu istasyonlar vardır bir de durmadığı. Durmadan geçtiği yerden rüzgâr gibi geçer tren. İstasyonun peronunda bir görünür bir kaybolur. Bu durma ve geçişleri bile yazılarında imgeleştirecek dikkat ve inceliğe şapka çıkarırım ben arkadaş.

“Yulaf demeti saçlı sarışın çocuk”: Onat Kutlar’ın Bahar İsyancıdır kitabındaki çocuk geldi aklıma betimlemeyi okuyunca. Gözü “ıslak saman”a benzeten Sait Faik, müsaade edin de sarı saçları “yulaf demeti”ne benzetsin. Köye de köylüye de “saman” ve “yulaf” üzerinden iade-i itibar etsin. Dostu Orhan Veli’nin “yonca”sına, “serçe”sine kardeş bulsun. İlhamını topraktan ve sıradan bir varlıktan, unsurdan alıp dili böylesine kanatlandıran az benzetme gördüm ben.


Sarnıç’ın ilk cümlesi üzerine de birkaç şey söylemek isterim, bu yalın söyleyiş beni az düşündürmedi: “Dağın eteğine beyaz minareleriyle sarılmış bu şehrin…”

Kafanızda ne canlandı bilmiyorum ama benim aklıma önce Bursa geldi, sonra “Bursa’da Zaman”. Dağ deyince “Uludağ” ve beyaz minareleriyle “Ulucami” (ve bütün Bursa camileri). Maddî ve görsel anlamda Bursa’nın siluetini Uludağ’dan bağımsız düşünemezsiniz.

Dağ sadece zirvesiyle değil, Bursa’yı çevreleyen etekleriyle de bu şehre hayat verir, can verir. Bursa o pınardan içer, o rüzgârdan serinler, o topraktan doyar, o ufuktan geçmişi ve geleceği seyre dalar. Göğe doğru yükselen dağa ve eteklerine (dervişe) binlerce beyaz minaresiyle (müritleriyle) sarılan bir Bursa düşünün. Edebiyatımızda fazla örneği yok böyle bir imgenin. (Yunus bunun istisnasıdır: “Her kime kim dervişlik bağışlana / Kalbı gide pâk ola gümüşlene / Nefesinden müşk ile anber tüte / Budağından il ü şar yimişlene / Yaprağı dertli için dermân ola / Gölgesinde çok kademler işlene…”) Toparlayalım, dağı bir derviş olarak tasavvur edin, etekleriyle Bursa’yı içine alan. Dervişin eteğine sarılıp ona dil döken binlerce mürit tahayyül edin sonra. Ortaya kadim zamanların bir Bursa fotoğrafı çıkacaktır, ilhamını onun geçmişinden ve tarihinden alan.


Bütün bu ifadelerin, söyleyişlerin, benzetmelerin, ironilerin üstüne uzun uzun konuşmak, yazmak mümkün.

Bunların kiminde alışkanlıkları kıran güzel bir davranış var, kiminde yıllardır adını koyamadığımız bir rengin, kokunun, görüntünün bir çırpıda tereyağından kıl çeker gibi söylenişi. Kiminde insana, doğaya etiket gibi yapışan, sıradan nesnelerden, kelimelerden yapılan ve tabloyu andıran betimlemeler var.

Siz ne dersiniz bilmiyorum ama ben buna Türkçenin saf, derin ve zengin kollarından biri anlamında “Sait Faikçe” diyorum. Bu dili çocuklara ve gençlere okutmanın, öğretmenin Türkçeyi besleyeceğini düşünüyorum.

“Sait Faikçe” başladık yazıya “Sait Faikçe” bitirelim.


Önce 1942 yılında bugünün fotoğrafını da çeken bir giriş cümlesi:

“ İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana âşığım.” (“Kurabiye”, 1942)

Sıra anne, çocuk ve kuşta:

“‘Kuşlar anlatır mı?’ dedim. ‘Tabii anlatır.’ dedi, çocukken annem, ‘Sen bugün mektepte hocaya dilini çıkarmışsın! Ayıp değil mi sana?’ derdi. ‘Yalan vallahi anne!’ derdim, ‘sana kim söyledi?’ ‘Bana bir kuş söyledi!’ derdi. ‘Bu kuş işte o kuş!’ dedi. ‘Her şeyi anlattı mı?’ dedim. ‘Anlattı!’ dedi.

Rahat ettim. ‘Kuşlar kötü şey söylerler mi hiç?’” (“Yılan Uykusu”, 1954)

Ve anne ile oğulun dünya edebiyatındaki en güzel diyaloglarından birinde sıra. (Cennete kanatlanmış bütün annelere rahmet dileyerek…)

“Anası yatsı namazını kılıyordu. Her zaman yaptığı gibi, anacığının önüne çömeldi. Seccadenin üzerinde taklalar attı. Dilini çıkardı. Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman kadıncağız selam vermek üzereydi.

Anası;

-Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma!

Ali;

-Allah affeder ana, dedi.

Sonra saf, masum sordu:

-Allah hiç gülmez mi?” (“Semaver”, 1935)

1 Ece Ayhan, “Harita’da Bir Burgaz Adası”, Bir Şiirin Bakır Çağı, YKY Yayınları, İstanbul 2013, s. 139.
2 Bilgi için bkz. ( https://www.panzehirdergi.com/tanpinar-kimdi-birsen-karaloglu/ )

Bu yazı 1087 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum