Güzel İzler Bıraksak
GÜZEL İZLER BIRAKSAK
Bugün 21 Mart 2021 Pazar. Soğuk, yağmurlu bir İstanbul gününden yazıyorum. Kış boyu bir kaç defa balkona alarak donmaktan koruduğum sardunyalarım pembe, fuşya, kırmızı çiçekleriyle teşekkür ediyor bana ama yaprakları henüz sonbahar renklerinden kurtulabilmiş değil. Varsın olsun, onlar da tazelenecek bir iki haftaya.
Evimde alzheimer atakları sıklaşan kayınvalidem, emekli kocam, pandemi yüzünden kendini kapana sıkışmış gibi hisseden hukuk fakültesi öğrencisi kızımla yaşıyorum. Tabi iki yaramaz kedilerimizi de unutmamalıyım. Bize ne yemek yerken ne de uyurken rahat vermeyen, büyümeyen iki bebek gibi bizi yoran, iki okşamayla gönlümüzü alan azman kedilerimiz…
Bugün biraz evhamlıyım sanırım. Sanki geleceğe dair tek bilgi kaynağı olarak benim yazdığım bu satırlar kalacakmış gibi dikkatli yazmaya çalışıyorum. İstiyorum ki ülke gündemine ait notlar düşeyim geleceğe. Bizim yüzyıllar öncesinden kalan bir taşa, bir kapıya, duvara, belki bir lahite bakarak geçmiş hakkında fikir yürütmeye çalıştığımız gibi belki yüzyıllar sonra tüm izler silinecek de benim metnimi okuyup bugünü anlamaya çalışacak geleceğin bilimadamları. Belli mi olur bir Neron daha çıkar, şiir aşkına yakar Roma’larımızı. Belki de bir Kleopatra daha çıkar, Sezar’ın hediye ettiği Bergama Kütüphanesi’ndeki kitapları aylarca İskenderiye hamamlarında yaktığı gibi yakar bugünlerden kalan ne kadar bilgi varsa. Ya İskenderiye Kütüphanesi? Ne fark eder ki bugün Hz Ömer’in emriyle mi, Sezar’ın fethiyle mi yoksa bir din savaşı sonucunda mı yandığı.
Tarihe bazen bir berberin bazen bir nalbantın bazen bir öğrencinin bazen de bir mahkûmun düştüğü notlar ışık tutar. Ben de bu noktadan hareketle ve üstüme düşen sorumluluğun bilinciyle ülke gündemini betimlemek istiyorum.
Pandemi denen illetle yaşadığımız bir yılı geride bıraktık. Ölümler bitmedi, hastalık hızı düşmedi ve henüz aşılar tamamlanma noktasından çok uzak. Türkiye olarak gücümüz sadece Çin’den aşı almaya yetti. Ne üretim ne de toplu alım gücümüz var ama olsun mutlu olmak gurur duymak için bir sebep bulduk çok şükür. Aileleri yıllar önce Almanya’ya göçen Özlem Türeci ve Uğur Şahin çifti koronavirüs aşısını buldu. Bu sıralar bizde eğitim konusunda yapılan en önemli icraat Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan istenmeyen rektör Melih Bulu sanırım, ardından gündeme bomba gibi düşen protestolar olsa da. Okulların belli sınıfları eski düzen içinde eğitim vermeye çalışıyor ama ne öğretmenler aşılanabildi ne öğrencileri koruyacak bir sistem geliştirilebildi.
Ekonomi bakanları, Merkez Bankası başkanları sürekli değişiyor. Twitter üzerinden istifa edip sonra da ortadan kaybolan Ekonomi Bakanı damat Berat Albayrak’ın akıbeti uzun süre konuşuldu. Dört buçuk ay önce Merkez Bankası başkanlığına getirilen ve dün gece yarısı görevden alınan Naci Ağbal teşekkürlerini şükranlarını sunarak görevden ayrıldı. Bir an endişeyle izledik, “iyi ki de beni görevden aldınız, zaten bir şey yapabilcek kabiliyette değildim” diyecek diye. Tabi “zaten orada oturmam saçmaydı, siz ne derseniz o oluyor ben ne diye o koltukta oturuyordum ki” diye sorabilirdi de. Tek elden yönetimlerde böyle durumlar çok doğal elbette, başka türlü kim ne bekleyebilir ki? İktidarın uzaya yapılacak yolculuk müjdesi, tüm yurtta sevinçle karşılandı. Pandemi sürecinde işten çıkarılanlara ek ücret veremeyen, esnafı destekleyemeyen iktidarın Kanal İstanbul projesi için kaynak sıkıntısı olmadığını açıklaması ve Ay’a seyahat edebilecek olmamız hepimizin yüreğine su serpti.
Bugün Nevruz, bahar bayramı. Ülkemizin bir yanı karlar içinde bir yanı yaz bahar. Her şeye rağmen yeşil bir ülkemiz var. Bu yıl da yağan yağmurlar kuraklık endişemizi dağıttı çok şükür ama geleceği düşünerek henüz yağan yağmurları biriktirme, kullanılan suyu tekrar kazanma, damıtma, sulama konularında çareler üretemedik. Tarımda, kurtulamadığımız bilinçsiz sulama yöntemleri tehdit oluşturmaya devam ediyor. Tarım politikasında geliştirdiğimiz en modern ve en umut verİci yöntem kent meydanlarındaki Ata büstlerini kaldırmak veya kenara çekmek ve yerine kabak, ayva, turp maketleri koymak. Bunların ne derece olumlu katkı sağlayacağını , tarım ve turizm politikalarımızda nasıl bir çığır açacağını önümüzdeki on yıl sonunda görürüz diye düşünüyorum.
Halk neleri konuşuyor dersek cevabı sosyal medya hesabımda okuduklarımdan ve yüz yüze görüştüğümüz insanlar üzerinden örneklerle verebilirim sanırım. Pandemi konusunda kadercilik ve rıza görüyorum. Korunma ve kaçmayı saçma bulan hatırı sayılır bir çoğunluk var. Kaderde varsa ölürüz, bu da bir sınav, Allah yeter ki imanlı ölüm versin diyebiliyorlar. Hastalığa yakalanmamak için uygulanan karantina kararlarını da şöyle yorumluyorlar, “ee o insana nereden gelmiş hastalık, Allahtan, Allah’tan, her şey Allah’tan…
Düne damga vuran bir başka konu da gece yarısı iptal edilen İstanbul Sözleşmesi. Ülkemiz ne yazık ki kadın cinayetleri, tecavüzler ve kadına uygulanan baskılar yüzünden yabancı devletler tarafından sık sık eleştiriliyor. Gün geçmiyor ki eşinden ayrılmak isteyen bir kadının vahşice öldürüldüğü haberini duymayalım. Eski sevgilinin yüzüne kezzap atan mı dersiniz, şort giydi diye kızları tekmeleyen mi dersiniz, tecavüz edip öldüren mi dersiniz, ne ararsanız var. “Kadının yeri evidir, o bizim başımızın tacıdır, cennet annelerin ayağı altındadır” diye seçilen süslü cümlelerin peşinden ekleniyor; “kadın çalışır para kazanırsa elbette koca kahrı çekmez, sanat veya meslek becerisi kazanırsa elbette ev işleri, çocuk bakımı ve koca hizmeti için zaman ayırmaz”… Toplumsal kurallar ve din adına uydurulmuş saçmalıklarla kadını eve kapatma arzusu bir ateş gibi hâlâ harlı. Meclisteki kadın sayımız, yönetici kadrolardaki kadın sayımız yazık ki istenen rakamlara ulaşamadı. Bugün şaşırarak izlediğim en acı olay ise kadınlar kendilerine sunulan demokratik hakların yazık ki farkında değil. Koca veya baba izniyle çıkabildikleri gezmeyi, işe girip çalışabilmeyi özgürlük sanıyorlar. Öyle bir oturmuş ki sistem, kadın bile farkında değil ne yaşadığının. Koca ölse oğul otoritesini koyuveriyor onun yerine. Okumak için izin, çalışmak için izin, hatta gülebilmek için izin. Niçin gülüyorsunuz ki derdi rahmetli din dersi öğretmenimiz, “cennet müjdesi mi aldınız”?
Tarihi bir sürü lekeyle dolu olan Batı bize akıl veriyor diye gocunmuyor, üzülüyorum. Onlarda da kadının adı yoktu. Nüfus sayımında insan yerine konmuyor, seçimde oy kullanmıyorlardı ama zaten erkekler de sadece vergi denetimi için sayılıyordu. Geçmişin karanlık günlerini uzatmanın ne anlamı var. Batı da eziyet etti kadına. Cadı deyip yakılan kadın da oldu, tecrit edilen kadın da. Din adına yapılanlar da ortada. İslamiyetle beraber dillendirdiğimiz kız çocuklarının diri diri gömülmesini önledi değimiz olgu hâlâ aynı yerde mi saymalı? Diri diri gömülmeyenleri bir çukura koyup taşlamak? Hani Allahın adaleti? Cennet ve cehennem inancı nerede o zaman; gerçi dünyayı cehenneme çevirip cennet umanlar da var, onları ne yapacağız? Kendi fikirlerimizi çürütmekten yorulmadık mı? O yüzden yorulduk ve düşünmekten vaz mı geçtik yoksa?
Ruhban sınıfın eline geçen gücün Ortaçağ’da kasıp kavurduğu rüzgâr ne olacak? Engizisyon mahkemeleri, giyotin, cadı avları?
İkiyüzlü ibadetler, ikiyüzlü siyasetler. Kuvvetli deniz gücünle git Afrika’nın mazlum çocuklarını avla, köle deyip sat, kazancınla katedraller, kiliseler dik ve dua et. Ölmez, yıkılmaz şehirler inşa et. Bugün bize insanlık dersi veren İngiltere düne kadar Amerika da dahil pek çok ülkeyi sömürge etmişti kendisine. Halen tek devlet gibi yaşayan Birleşik Krallık ne Galler ne İskoçya özgürlüğünden bahsetmez.
Bütün bunları biliyoruz elbette. Bazı kötülükler geçmişte kaldı veya izleri hala devam etmekte olabilir ama ben konunun burasında kendi işime bakarım. Bana sunulan dayatmacı zihniyetin ardındaki düşünceyi bırakır işime nelerin yaradığına yoğunlaşırım. İstanbul Sözleşmesi üzerinden, hazırlanmış bu kalıp düşünce üzerinden hareket etmek istemiyorsam çok daha güzeliyle örnek oluştururum. LGBT üzerinden tribünlere oynamam mesela. Neden korkuyoruz. Genç neslin daha doğrusu cinsel kimliğini yitirip üreyemeyeceğinden mi? Arada yaşayanlar hep yok muydu? Antik Yunan Felsefesini okuyorum bu aralar. O günün Aristokrat sınıfı, sofistler farklı düşünce yapılarında pek çok bakış açısı geliştirmişler. Güçsüz, akılsız buldukları kadınlarla birleşmek yerine kendileri gibi güçlü, akıllı, düşünen hemcinsleri tercih etmişler eşleşmek için. Nüfus konusunda pek çok teorem geliştirmişler. Tarih boyunca din eğitimi ve yaşantısı süresinde kadını haram sayan anlayış ne gibi çareler üretmiş okuyan herkes bilir bunları. Peki ya bizde? Osmanlı saray hayatının getirdiği çetrefilli ilişkiler, oğlancılık… Bademleme neydi sahi? Muta nikahı hangi ilişkinin kılıfı? Ya dinin ilk emri OKU yazan ilk sayfaya takılmadan dört kadın almanın püf noktalarına yorulan kafalar? Erkek öğrenci yurtlarında tecavüze uğrayan çocuklar?
Batıyı kötüleyip kendimizi aklamak akıllıca belki de. Peki arınmak; mümkün mü sahiden arınmak?
Yasaklarla yaşanacak bir din hayatına aklım ermiyor. Allah rızası için güzelinden, helâlinden yaşamak, kötü yolu bırakmak, onu üzmekten korkup da günahtan kaçmaya çalışmak yerine yasalar mı bekliyoruz bizi haramdan koruyacak? O zaman bizim Rabbimiz kanunlar olmaz mı? Her türlü imkânın varken kendi aklın ve kalbinle doğruyu, güzeli yaşamak değil miydi farz olan.
Sosyal medyadan bir bey bugün Batı nefretini kusarken şunları da yazmıştı. “Fransızlar gibi peçete kullanan varsa bize yobaz demesin, modernler su kullanıyor, bilmem anlatabildim mi”? Şimdi Fransızlar neden tuvalet denen o uzun giysileri giydi, parfüm kokusuna neden ihtiyaç duydular, tuvaletlerini nereye yapıyorlardı fikrinden yola çıkarsak ben de büyüklerin kullandığı taharet bezlerinden, ibrikle su dökünmekten, yeterince sabunlayamadığımız, hijyen sağlayamadığımız ellerimizden, bağırsaklarımıza yerleşen parazitlerden bahsedebilirim. Kullanılan kumaş mendillerden, yıkanabilen çocuk bezlerinden de bahsetmek yerinde olabilir. Sümükler kakalar havalarda uçuşur o zaman.
Hem Batılı gibi rahat ve medeni bir hayat yaşamak, hem onların her türlü icadından faydalanmak hem özgürce gidip onların ülkesini gezmek, oralarda çalışmak, oralarda tahsil yapmak istiyoruz hem de aba altından sopa gösteriyoruz. Osmanlı geliyor he. Ortadoğu lideri biz olacağız he. Kadınlarımızı sıkı sıkı sarıp sarmalamak, saklamak ama onların kadınlarını seyretmek istiyoruz. Akılıyız çok.
Akla gelmedik hayal gücüyle üretilen iç çamaşırları görünce kim alıyor, kim giyiyor bunları dediğimde Araplara dikiyoruz demişti arkadaşım. Sözümona kapalı bir kıyafetle dansözlük yapan bir kadının şovunu izlemiştim, hayatımda o kadar iğrenç, kadını o kadar alçaltan, basitleştiren hareketler başka hiçbir yerde görmedim. Ne kadar yasak varsa o kadar cazibe olur günaha dair. İnsan dürtülerini, içgüdülerini yok sayarak, onları sadece suça, gizliliğe yöneltiriz.
Ya sahiden tüm bilgiler, tüm ipuçları silinir de çağlar ötesine bir tek benim yazım kalırsa… Ayy çok utandım. Yirmi birinci yüzyılda Türkler bu sorunlarla mı uğraşıyorlarmış derler? Türkiye’den göçen adam olma şansı buluyor, biliminsanı olabiliyormuş ama geride kalanlar çarşafa dolanmış gibi hep eskiyle mi yatıp kalkıyormuş derler?
Kimdi o ilim Çin'de de olsa gidip alınız diyen? İlime düşman bu halk kimin ümmeti? Okuyan bilen nesli tehdit olarak algılayan kimdi?
Geçer geçer. Üç güne kalmaz sardunyalarımın yaprakları da tazelenir, Nevruzla gelen bahar gibi. Yaşamak, umudu yaşatmak değil miydi? Kuru dallardan açan baharın mucizesine tanık olan ben tozlu ve bulanık zihinlerin kendilerini saran karanlığı yırtacağına, ışıklar saçacağına inanmak istiyorum. Sevgiyle ve aşkla.
Reyhan Karagöz Çetin